28 Ağustos 2013 Çarşamba



NEHİR

Yazmaktan ve tiyatrodan hayatım boyunca vazgeçemeyeceğim herhalde. Yine güzel bir oyun izledim ve yine kendimi tutamayıp başlıyorum yazmaya.
Tiyatro salonuna her girdiğimde duyduğum heyecanı size anlatamam. Her seferinde mi böyle? Evet hep böyle, kıpır kıpır oluyor içim, bir çocuk gibi. Hatta bazen seyirci olduğumu unutuyorum ve sahneye çıkıp oyuna dâhil olmak geliyor içimden. Nedendir bilmiyorum ama orada mutluyum. Tiyatroyu sadece izlemekle yetinmeyip aynı zamanda yaptığım içindir ki iyi biliyorum ne kadar büyük bir emeğin ürünü olduğunu. Belki de bu yüzden, oyundan önce perdenin arka kısmını düşünürken buluyorum kendimi. 'Kuliste durum nasıl', 'oyuncular ne hissediyor', 'teknik ekip hazır mı' gibi sorular dönüp dolaşıyor zihnimde. Bu arada bir arkadaşımız, oyunun başlamasına saniyeler kala telefonunu elinden nihayet bırakıyor ve oyun başlıyor. Bir oyunu anlatırken âdetimdir, emeği geçen herkesten mutlaka bahsederim. Buyurun efenim, bu da oyunun künyesi:
Oyunun Adı: Nehir
Yazan: Gülşen Karakadıoğlu
Yöneten: Vacide Öksüzcü
Yardımcı yönetmen: Sanlı Baykent
Dekor Tasarım: Seyhan Kırca
Dramaturg: Füruzan Tercan
Kostüm Tasarım: Sevgi Türkay
Işık Tasarım: Osman Uzgören
Işık Kumanda: Cevdet Eminoğlu
Sahne Amiri: Serpil Kılıç
Kondüvit: Fatih Katırcı
Oyuncular: İclal Seper, Özlem Gür
Süre: 1 saat
Prömiyerini 30 Nisan 2013 tarihinde Ankara Devlet Tiyatrosunda yapmıştır.
Ankara Devlet Tiyatrosundan etkileyici bir oyun daha seyirciyle buluştu. 'Nehir'. '1980'li yıllarda yolları kesişen iki kadının dostlukları anlatılırken, yakın tarihimizde yaşanan olaylarla yüzleşmemiz isteniyor. O dönemlerin birey üzerinde yarattığı yıpratıcı sonuçlarını hatırlıyoruz hep birlikte. Peki, o kadar kolay mı? Herkesin bildiği ama kendine bile söylemeye cesaret edemediği yaşanmışlıkları unutması. KADIN: ''Acı unutulabiliyor. Beden daha çabuk sarıyor yarasını ama ruhundan silip temizlemek, kurtulmak hiç kolay değil'' diye anlatıyor yaşadıklarını. İnsan hakları, özgürlük gibi değerler tekrar gündeme geliyor. Yahu niçin barış ve uyum içinde yaşayamıyoruz bir türlü anlamıyorum, birbirimizi sevmek bu kadar zor mu?
Nehir akıp giderken; dostluk, yalnızlık, sevgi, korku, paylaşmak, çaresizlik. Hepsi bir evin küçücük salonunda birleşiyor. Büyük bir itina ile hazırlanmış dekor, beni 80'lerden kalma bir evin salonunda gibi hissettirdi. Oldum olası sevmişimdir böyle nostaljik mekanları. Sahneyi güzel yapan tek unsur dekor değildi elbette ki. Müzikler. Salonun bir köşesinde şimdilerde unutmaya yüz tuttuğumuz bir teyp ve kasetler vardı. Evet ya, kaset diye bir şey vardı bir zamanlar. En son ne zaman teybe kaset koyup müzik dinledik? En son ne zaman kasetin ortasına kalemi veya parmağımızı sokup kaydı ileri geri almaya çalıştık? Sizi bilmem ama ben uzun zamandır ilk defa bu oyunda kasetten müzik dinledim. Hangi şarkılar çaldığını merak ediyor musunuz? Bir zamanlar 'Fado Kraliçesi' seçilen Amelia Rodriguez, İnti İllimani adında efsanevi bir müzik grubu ve 'müziğim yoksullar için diyen' Victor Jara'dan birbirinden güzel ezgiler. Dekor ve müziklerden sonra şunu söylemeliyim ki: oyun sağlam bir metin üzerine kurulu ve oda tiyatrosuna oldukça yakışmış. Kendimi bildim bileli, bu denli küçük mekânlarda oyun izlemeyi pek severim, oynamayı da. Fakat oynarken hafif gerginlik hissettiğimi de itiraf edeyim. Seyirciye çok ama çok yakınsınız çünkü. Bir an için yanındakiyle konuştuğunda, telefonuyla ilgilendiğinde hemen fark edersiniz ve dikkatinizin dağılması kaçınılmazdır.Oyunculardan bahsetmek istiyorum biraz da. Oyunda sadece iki kişi var: İclal Seper ve Özlem Gür. Biri yılların getirdiği tecrübe diğeri müthiş bir enerji. İkisi de oyundan bir an bile kopmadan yaptıkları işin hakkını fazlasıyla verdiler. Ben de hayranlıkla izledim, tadı damağımda kaldı diyebilirim. Vaktim olsa ve üşenmesem tekrar bilet alıp izlemek isterim ama aynı heyecanı hissedemem; çünkü sonunu biliyorum artık. Evet, şaşırtıcı bir son ile bitiyor oyun. Nasıl mı? Söylemeeem. Gidin ve izleyin. İyi seyirler.
Tiyatro oyuncusu 'Özlem Gür' ile minik bir söyleşi yaptık:
Oyununuzu izledim ve çok beğendim. İzninizle söyleşiye başlamak istiyorum.
-Kendinizden bahseder misiniz?
Van ve Diyarbakır Devlet Tiyatrolarında görev yaptıktan sonra Ankara'ya geldim. Orkestra, Karlar Kraliçesi ve Nehir burada rol aldığım oyunlar. Ayrıca bu yıl Ankara Deneme Sahnesinde Şeyh Bedreddin adlı oyunda oynuyorum.
-'Nehir' bize neyi anlatıyor?
İşkencenin insan ruhunda açtığı derin yaraları tamir etmenin ne denli zor olduğu, dostluk ve paylaşımın ise bu yolda kat edilen en önemli yol olduğunu anlatıyor.
-İclal Seper ile birlikte oynuyorsunuz, kendisiyle çalışmak nasıl?
İclal hanımla oynamak büyük keyif, tecrübelerinden sık sık faydalandığımı söyleyebilirim.
-Bu oyunda sizi en çok etkileyen sahne hangisi?
Oyunda beni işkencelerin anlatıldığı sahneler etkiliyor.
-Tiyatroda hiç unutamadığınız bir anınız var mı?
Tiyatroda birçok unutulmaz anı var elbette ama benim için en anlamlısı Hakkâri'deki neredeyse hiç Türkçe bilmeyen miniklerimize oynadığım tek kişilik çocuk oyunumda sözleri bırakıp çoğu şeyi devinimle anlatmaya çalışmaktı. Keyifli ve anlamlıydı.
Samimiyetinize teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim Ececiğim.

24 Nisan 2013 Çarşamba

Yalnızlar Kulübü

Yazan & Yöneten: Sami Berat Marçalı
Dekor & Işık: Sami Berat Marçalı
Oynayanlar: Hasibe Eren (Demet), Heves Duygu Tüzün (Emel), Tevfik Şahin (Nazım), Bedir Bedir (Mehmet), Pınar Çağlar Gençtürk (Buse), Güçlü Yalçıner (Kerem)
Oyun süresi: 80 dk
Prömiyerini 18. İKSV Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde, 12 Mayıs 2012 tarihinde yapmıştır.

Hayatım boyunca unutamayacağım bir oyun izledim. Adı ‘Yalnızlar Kulübü’…
İkinci Kat’ta o küçücük sahnede beni neyin beklediğini merak ediyorum. İstiklal’de gezdikten sonra hava kararmaya başlıyor ve oyun vakti yaklaşıyor. Heyecanlıyım, içim kıpır kıpır. Herkes sessizce oyunun başlamasını bekliyor ve kapı birden açılıyor. Demet Sağlam(Hasibe Eren) giriyor sahneye. Müthiş bir enerjiyle… Kendini tanıtıyor, seyirciyle konuşuyor ve yerinde duramıyor. Nefes çalışmasıyla başlıyor işe.‘Şimdi derin bir nefes alıyoruz, veriyoruz ve her şeyi geride bırakıyoruz’ diyor ve bir eğitmen olduğunu öğreniyoruz. Kurs veriyormuş öğrencilerine. Oyundaki karakterler gibi biz seyirciler de birer kursiyeriz aslında onun gözünde. Hayatımızdaki bir takım problemleri daha rahat çözebilmek adına ‘Hayat Ritmini Bul’ diye bir şey tasarlamış. Bir şey? Yöntem.. Bu yöntem, tiyatroda eğitim çalışmasına katılanlar için hiç de yabancı değil. Emel, Nazım, Mehmet, Buse, Kerem giriyor ve tek tek tanışıyor öğrencileriyle. Dürüstlük egzersiziyle devam ediyor. Doğruları söylemeyi öğretiyor. Daha doğrusu gerçekleri söylemekten korkmamayı... Çok haklı, yeterince ‘dürüst’ değiliz. İnsanın sosyalleşme problemine değiniyor çoğu zaman. Sevinçler, hüzünler, itiraflar, özlem, mutluluk, hayal kırıklığı.. Herkes kendinden bir şey bulacaktır eminim. Kimi zaman oyunlar oynuyor çocukluktan kalma. Kimi zaman da kendimizle yüzleştiriyor bizleri. Herkesin bir derdi var, yolunda gitmeyen bir şeyler var. Ne tuhaf! Ağlamaktan utanır, söylemekten korkar olmuşuz. Hatalarımızla yüzleşmek bir yana, kendimize bile itiraf edememişiz gerçekleri. Nedendir bilinmez, sözler hep yarım kalmış hayatımızda. Özlemişiz. Alışmışız birçok şeye, sorgulamadan, itiraz etmeden kabul eder olmuşuz. Doğruluk ve hoşgörüde cimri, yalan ve öfkede cömert insanlarmışız meğer. Ve helal olsun bize, bunca kalabalığın içinde yalnız kalmayı becerebilmişiz!

Oyun yalnızca düşündürmüyordu elbette ki. Güldük, eğlendik, güzel vakit geçirdik. Demet Sağlam ve öğrencilerinin hep birlikte kaynaşma amacıyla oynadıkları ‘saraydan kız alma’ oyununa ise bayıldım. Çocukluğuma döndüm birden. Hatta kalkıp ben de oynayacaktım neredeyse. Şarkının sözleri ve ezgisi hala kulağımda: ‘Aliler Aliler Çingene Aliler, ne isterler ne isterler bizim saraydan hıh!’… Sahne ise pek de alışık olmadığımız türden. Küçük, seyirciler sandalyede oturuyor ve oyun ortada oynanıyor. Böyle küçük sahneleri oldum olası sevmişimdir. Oyuncuyla seyirci iç içedir, samimidir, güzeldir. Oyunculuklar ise başarılıydı. Özellikle Hasibe Eren’in oyun boyunca seyirciyle kurduğu göz temasından bahsetmeden geçmek olmaz. Sanırım kendisi bu enerjiyi seyirciden alıyor, tabi seyirci de ondan. Oyunu izlerken yaşadığım en unutamadığım anlardan bir tanesi ise Hasibe Eren’in birden bana bir soru yöneltmesiydi. O kadar beklemediğim bir şeydi ki; bir cevap bile veremedim, yalnızca gülümsemekle yetindim. O ise büyük bir ustalıkla oyuna kaldığı yerden devam etti. Her güzel şeyin bir sonu vardır, derler. Oyunun sonu geldi ve kapanışı yine Hasibe Eren yaptı: ‘Şimdi derin bir nefes alıyoruz, veriyoruz ve burada yaşadıklarımızı unutup gidiyoruz…’
Başkalarını bilmem ama bana ‘oyun nasıldı’ diye sorduklarında, ‘1,5 saatin nasıl geçtiğine inanamadığım bir oyun’ diyorum…

http://www.ikincikat.org/

Sami Berat Marçalı ile Söyleşi

Merhaba, Yalnızlar Kulübü’nü izledim ve çok beğendim, tebrikler. İzninizle söyleşiye başlamak istiyorum.
Kendiniz hakkında kısa bir bilgi verir misiniz, Sami Berat Marçalı kimdir?
Sami Berat Marçalı 25 yaşında bir tiyatrocudur. Tiyatro okumamıştır. Endüstri Mühendisliği okumuştur. 2009'dan bu yana 7 oyun yönetmiş 5 oyun yazmıştır. 2’si sahnelenmiştir; Limonata ve Yalnızlar Kulübü.
’Sıfırnoktaiki’ nasıl kuruldu ve hedefi nedir?
Sıfırnoktaiki 2010 yılında kapandı. İsmi artık ikincikat. ikincikat 2010 yılında kuruldu. Eyüp Emre Uçaray ve Sami Berat Marçalı kurdu.
ikincikat, kendi varoluş serüveninde, tiyatroda yeniyi, günceli arar; özgün hikâyeleri ve o hikâyelerdeki karakterlerin kendi varoluş serüvenlerini olduğu gibi paylaşır.
ikincikat, yerli yazıma ait yaşayan bir repertuvar oluşturmayı, seyircinin tiyatro algısını değiştirmeyi, sanatçının vizyonunu genişletmeyi, sektörün oluşumunda önemli bir rol almayı hedefler.
Yeni projeleriniz nelerdir?
Yeni proje: "sürpriz". Ben yazdım yönetiyorum. Spoiler veremem. Şubat'ta prömiyeri var.
Yalnızlar Kulübü’nden bahseder misiniz biraz?
Yalnızlar Kulübü aslında bir iletişim özlemi üzerine yazılmış, parayla satın aldığımız sözde sosyalleşme alanları ve bunu verenleri eleştiren, öte yandan da günümüzün hızlı yaşamının bizi getirdiği durumlara mercek tutan bir arınma oyunu. Kısaca hep birlikte derin bir nefes alıp verebilmeyi hedefliyor.
Yönetmen olmaya nasıl karar verdiniz, çocukken hayal eder miydiniz?
Yönetmen olmak gibi bir gayem yoktu. Şarkıcı olmayı daha çok isteyebilirdim. Ama sesim güzel değildi. Dansçı olmayı da isteyebilirdim. O da çok yoğun vücut çalışması gerektiriyordu. Her ikisi için de minimum 3 yıl çalıştım. Olmaması gerektiğini anladıktan sonra devam etmedim. Sinema ve Tiyatro sanat yapabileceğim en mantıklı alanlar. Bu alanlar içerisinde de kendimi ifade edebileceğim en önemli yer başta yazarlık sonra yönetmenlik. Bu sebeple de bunları meslek edindim.
Vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Güzel dileklerin için teşekkür ederim. Umarım yardımcı olabilmişimdir.

Sen Olmak

Her şey bir çiçekle başladı… Mevsim güz olduğu için bahar ve yaz günleri pek renkli olan bahçeler yoktu artık. Yapraklar bir bir susuyor, güneş yüzünü göstermiyor, ortalık sessizliğe bürünüyordu. Sık sık gittiğim deniz kenarına o akşam da gittim. Rüzgârın, dalgaların sesini tekrar duymak istedim. Öyle güzel bir ritimdi ki her dinlediğimde kendimden geçer, başka âlemlere giderdim. Sanırım doğanın müziği buydu.
Mucizevî manzarayı seyre dalmışken oldukça ince bir ses duydum: çiçekçi, çiçeklerim var… Kocaman mavi gözlü, küçük ve sevimli bir kızla göz göze geldik. Saçları günlerdir taranmamış gibi, ayakkabısı eski, elbisesi ise oldukça kirliydi. Öyle masum bakıyordu ki biraz önce daldığım hayallere hiçbir şey olmamış gibi geri dönemedim. İnsanın içinde vicdan denilen öyle bir mahkeme var ki yargılanan da insanın kendisi, yargılayan da. Bu garip ve bir o kadar da gizemli mahkemede kendim, kendimi yargıladı. Gitmek kalmaktan daha zor geldi ve arkamı dönüp gidemedim. Gecenin ayazında kaldırıma oturmuş bağırıyordu: çiçekçi, çiçeklerim var… Gözleri çok etkileyiciydi. O gözlerde enginleri gördüm ben, denizin dev dalgalarını gördüm. Çok şey anlatıyordu, sanki bir bakışı yüzlerce kelimeye bedeldi. Kim bilir neler yaşadı? Neler hissetti? Nelere şahit oldu? Adı da kendi gibi güzelmiş: Deniz… Küçücük ellerinden çiçek alırken sanki ‘beni de götür yanında’ diyordu gözleri. Elimde çiçek, yüreğimde masmavi gözlerle evimin yolunu tuttum. Öte yandan düşünmeden edemiyordum; bu şehirde gökteki yıldızlardan daha çok ev varken bu çocuklar neden sokaktalar? Eller kalem tutması gerekirken neden çiçek satıyor? Gözler parıldaması gerekirken neden çaresizce bakıyor? Zor sorulardı bunlar, cevabını herkesin bildiği ama söylemeye cesaret edemediği zor sorular. Böyle anlarda insan ister istemez kendi içinde hesaplaşmaya giriyor. Kendini dinlemek dünyanın en zor şeyidir. Vicdanınla baş başa kalmak, kendini sorgulamak… Deniz dışarıdayken eve girmek o kadar zordu ki tek tesellim elimdeki çiçekti. Bütün gece uyumayıp çiçekle konuştum. Denizi sordum ona. Nerededir, ne hissediyordur, hayalleri neler? Öyle tatlıydı ki, en az elindeki çiçekler kadar güzel ve masumdu. Çocuklar zaten bir çiçektir. Peki, bir çiçeğin çiçek sattığı görülmüş şey midir?
Pencereden dışarı baktım, güneş doğmak üzereydi. Güzelim çiçek, suya koyduğum halde solmuştu. Belki dalından koparıldığı belki de sahibinden uzakta olduğu için… Tek tesellimi de kaybetmiştim. Deniz’i anlamak istiyordum, ne hissettiğini bilmek, hatta o olmak. Karar verdim. Evet, Deniz’i anlayabilmenin tek yolu buydu. Bir günlüğüne çiçekçi kız olmak… Kendi hayatımı unutacak ve yanıma tek kuruş almadan kaldırımın kenarına oturup çiçek satacaktım. Sabahın erken saatleriydi. Sonbahar rüzgârı, beni kendime getiren inanılmaz büyüsüyle çarptı yüzüme ve tek kelime etmeden gitti. Kaldırımın kenarına oturdum ve biraz ilerde Deniz’i gördüm. Çiçekçi, çiçeklerim var… Öğlene kadar onlarca kişi geçti önümden ama kimse yüzüme bile bakmadı. Hatta bu şehirde kimse, kimsenin yüzüne bakmıyor. Çok kalabalık fakat bir o kadar da yalnız bir şehir… Acıktığımı hissettim, param yoktu; üşüdüm, ceketim yoktu. Deniz’i yavaş yavaş anlamaya başlıyordum. Hayatın ilk kuralı: her şey istediğin gibi olmuyor. Bir teyze durdu önümde. Saçları pamuk gibiydi. Boynuna doladığı şalı, çizmesi ve şık giyimiyle asil bir görünüme sahipti. İki tane çiçek istedi beyaz olanlarından, verdim. Biri rahmetli kocasının diğeri kendisininmiş. Bugün onların evlilik yıldönümüymüş. Bu günü, yirmi sene kocasıyla, on sene de tek başına kutlamış. Sesinde bir dinginlik vardı. İnanılmayacak kadar kibar bir kadın. Sanırım o eski İstanbul hanımefendilerin son örneklerinden. Teşekkür ettikten sonra usulca uzaklaştı. Bu parayla sadece simit alabildim. Simidin bu kadar lezzetli olduğunu daha önce hiç fark etmemiştim. Hemen bitmesin diye yavaş yavaş yedim. Yarım kalan simidi, sonra yemek üzere gazeteye sardım. Genç bir adam yaklaşırken çiçekleri uzattım. Elinin tersiyle itti. Beni fark etmedi ama tanımıştım onu, yan komşumdu. Beni her gördüğünde nazik davranan o insan, şimdi oldukça kabaydı. Hâlbuki ben, yine bendim.
Saatler geçti ve ben hala kaldırımın kenarındayım, insanları izliyorum. Sokak ortasında dayak yiyen bir kadın gördüm.Bir şiddet olayı daha...Çok yazık! Bu hayatta kadın olmak zor.Kadın olmak bazen,haksızlığa,baskıya, ayrımcılığa maruz bırakılmak demek. Bunların olmadığı bir dünya düşlüyorum. Kendi kendine konuşan bir adama rastladım sonra. Bir şeyler anlatıyordu. Bana saçma geliyordu ama onun için ne kadar önemliydi kim bilir. Onun dünyası nasıldı acaba? Her insan farklı bir dünya.Bundan doğal ne olabilir ki zaten? Parmak izimiz bile farklıyken sözgelimi fikirler neden farklı olmasın? Farklılıkları düşmanlık vesilesi haline getirmek midir doğru olan yoksa hoşgörüyle karşılamak mı? Kimliğimizi değiştirsek çözülür mü her şey? Başkalarının istediği kimliğe bürünsek, adımızı değiştirsek mesela…Ne güzel söylemiş Shakespeare; Juliet: ‘Adın ne değeri var, şu gülün adı değişse bile kokmaz mı aynı güzellikte? Romeo, bırak, at bu adı. Senin parçan olmayan bu ada karşılık al bütün varlığımı…Bazen keşke diyorum, keşke sevmeyi öğrenebilsek. O zaman her şey daha güzel olurdu. Yüreğimin kenarında bir kesiklik hissettim. Deniz’e baktım, sessiz bir yağmur gibi ağlıyordu. Takım elbiseli ve telefonla konuşan bir delikanlı vardı şimdi karşımda. ‘Karıcım, şirkette toplantıdayım’ dedi. Fakat ne bu cadde şirkete ne de insanlar toplanmışa benziyordu. Telefonu kapatır kapatmaz bir kadın yaklaştı yanına ve ‘sevgilim’ dedikten sonra koluna girdi. Dayanamayıp kendi kendime fısıldadım. ‘Bu insanlar nedir böyle, kimdir? Doğruluk ve hoşgörüde cimri; yalan ve öfkede cömert insanlar… Yaptıkları bu rolleri nereden buluyorlar? Çocukların sokakta çalışmak zorunda olduğu bir yerde kalpleri ne yana düşüyor? Bunca soğuklukta üşümüyorlar mı? Kendilerinden başka sarılacak kimseleri yokken bunca yalan neye yarar?’ Keşke bunları yüksek sesle söyleyebilseydim. Beni anlar mıydı? Bir şeyler değişir miydi? Hiç sanmıyorum. O da herkes gibi arkasını döndü ve gitti. Çiçekçi kız olmaya karar verdiğimde bu kadar çok hikâyeye tanıklık edeceğimi düşünmemiştim. Yazılmaya değer hikâyeler bunlar. Herkes kendinden bir şey bulacaktır eminim, bu çocukları anlayacaktır.
Havanın kararmasıyla birlikte çiçekçi kız kimliğimden çıkarak evimin yolunu tuttum. Hayatımda hiç bu kadar farklı bir gün geçirmemiştim. Herkes, zamanı büyük bir hızla tüketmeye çalışırken ve hafıza kaybetme çılgınlığına kapılmışken birilerinin olup bitenleri kaydetmesi gerekiyor. Bu yüzden bugün yaşadıklarımı günlüğüme yazdım. Sabah oldu ve ben bu sefer kendim olarak çıktım dışarı. O Çocuklar için insan bir şey yapmak istiyor ama ne? Aslında topluma kazandırılacak her yaştan o kadar çok insan var ki… Elden ne gelir onu bilmiyorum. En başa döndük. Yine Deniz’i gördüm. Çiçekçi çiçeklerim var…

7 Şekspir Müzikali

Bütün dünya bir sahnedir.
Ve bütün erkekler ve kadınlar
Sadece birer oyuncu.
Girerler ve çıkarlar.
Bir kişi birçok rolü birden oynar,
Bu oyun insanın yedi çağıdır

William Shakesperare’ın ‘İnsanın Yedi Çağı’ adlı tragedyasına ait bu dizelerden ilham alınarak hazırlanmış bir oyun düşünün. İnsanın yaşam sahnesindeki trajikomik serüveni; bebeklik, okul yılları, gençlik, askerlik, yargıçlık, yaşlılık ve ölüm olmak üzere yedi döneme ayrılmış. Yönetmen Kemal Aydoğan, Shakespeare’in sonelerinden oluşan harika bir kolaj çalışması yapmış. Şarkılar, danslar, soytarılar ve Haluk Bilginer’in usta oyunculuğu da girince işin içine, ortaya ‘7 Şekspir Müzikali’ gibi şahane bir oyun çıkmış. Yaşamın özetinin yapıldığı bu oyunda;

İlk rol bebeklik… Annesinin kucağında agucuk yaparken süt emer, ağlar. En masum ve sevimli haldir.
İkinci çağında; sırtında okul çantası, önlüğü, kısa pantolonuyla tatlı bir çocuktur. Şiir okur, oynar, zıplar, korkar. Sonra,
Gençlik… Enginlere sığmaz bir delikanlıdır. Âşık olur, şarkı söyler, bazen hüzünlenir, güler, özler derken;
Askerlik… Sakal, bıyık yerindedir. Hemen celallenir, eser gürler, her kavgaya atılır, şöhretin hayallerini kurar. Sonra,
Yargıçtır. Şişman göbeği, ciddi bakışlar ve beylik laflar ile rolünü oynar.
Altıncı Çağ; Gözünde gözlük, vücudu zayıflamış, sesi çocukluğundaki gibi incelmiştir. Ve…
Son çağ… ‘İkinci çocukluk’ der bu döneme Shakesperare. Göz yok, diş yok, tat yok, hiçbir şey yok. Tam bir boşluk…

Fikir oldukça ilginç ve oyunun sağlam bir dramaturjisi var. Shakesperare sonelerinin çevirileri üzerinde özenle durulmuş. Öyle ki, ‘To be or not to be’ nin üç farklı çevirisiyle karşılaşacaksınız. Tolga Çebi’nin yaptığı müzik tasarımları ise büyüleyici. Öyle güzel ezgiler var ki; bazen şarkıların notalarına binip yolculuk ettim çok uzaklara, bazense keşke büyümeseydik dedim. Hep çocuk kalsak, o en masum, en saf halimizde! Oyunun en unutulmazları ise kuşkusuz ki maskeli soytarılar. Evrim Alaysa, Selen Öztürk, Zeynep Alkaya ve Tuğçe Karaoğlan oyun boyunca sahnede dans ediyor, şarkı söylüyor ve müthiş bir enerjiyle iyi bir oyunculuk sergiliyor. ‘Oyunun tatlı sürprizleri’ diyorum ben onlara. Hepsi çok yetenekli, sempatik ve tam bir ekip olmuşlar. Yaptıkları işin hakkını da fazlasıyla veriyorlar. Oyun; eleştirel bakış açısı, incelikli söz oyunları, etkileyici müzikleri ve evrensel bir konuyu ele alması bakımından tam bir ‘Şekspir Müzikali’. Shakespeare, yaşamı ince bir alaycılıkla betimliyor. Trajikomik dünya görüşüyle birlikte varoluşun anlamsızlığı düşüncesini de bulmak mümkün. Rejisinden dekor tasarımına, oyunculuğundan müziğine kadar oyun baştan sona büyük bir emeğin ürünü, çok başarılı. Kısacası Oyun Atölyesi’ne yakışır bir iş çıkarılmış.

Peki, yedi evreden oluşan oyunda Haluk Bilginer, kendini hayatının kaçıncı evresinde görüyor dersiniz? ‘’2. evredeyim, daha çok yolum var. Masumiyeti kaybetmemek lazım! Onu kaybedersem oyunculuk yapamam’’ diyor usta.

http://www.oyunatolyesi.com/

Hisseli Harikalar Kumpanyası

Tiyatroyu sever misiniz? Mazide kalan günleri hatırlayıp ‘Ah o eski günler!’ dediğiniz olur mu? Peki ya gülmek, eğlenmek ve birbirinden güzel şarkılara eşlik etmek ister misiniz? O zaman bu oyun tam size göre…

‘Müzikalimiz, Anadolu'da bir çadır tiyatrosunda geçiyor. Kumpanyanın assolisti, büyük bir gazinodan teklif alınca yerine acilen birini bulmak icap eder. Seçilen yeni assoliste, köyün ağası aşık olur ve işler karışır.’
‘Hangi oyun bu?’ dediğinizi duyar gibiyim. Müziği ile efsane olmuş bir oyundan bahsediyorum. Hisseli Harikalar Kumpanyası… Haldun Dormen’in yönettiği, müziklerini Zeynep Talu’nun yazdığı, Melih Kibar’ın bestelediği bu müzikal ilk kez 1980 yılında İstanbul Şan Tiyatrosu’nda sahnelenmiş. Yaşım itibariyle yetişemediğim ama 2007 versiyonunu büyük bir zevkle izledim. Kimler yok ki oyunda… Kalabalık bir ekip olduğu için herkesi anlatmak güç ama şu kadarını söyleyeyim, hepsi çok yetenekli. Eski kadrodan sadece Erol Evgin, Ayşen Gruda, Kartal Kaan var ve diğer tüm oyuncular da rollerinin hakkını fazlasıyla veriyor. Oyunda sıkça kullanılan müzik ve dans, seyirciyi de içine alarak oyun içindeki dinamizmi her daim canlı tutuyor. Erol Evgin’in dillerden düşmeyen şarkılarını dinlerken kimileriniz eski günleri hatırlayabilir. Tiyatro severleri büyülü bir dünyaya davet eden bu oyun, güldürürken o güzel ezgileri dinlemenin keyfini çıkartıyor izleyenlere. Özellikle; Kuğu gölü balesi sahnesi, Ruhsar Öcal’ın Türk Sanat Müziğimizin güzide eserlerinden biri olan ‘Bir Bahar Akşamı’ nı Rum şivesiyle okuması ve bir de Nuri Gökaşan’ın Ayşen Gruda’ya bağırarak ‘Adalet bi sus!’ demesi vardır ki beni gülmekten kırıp geçirir. Oyunun dramaturjik altyapısı sağlam. Aradan yıllar geçmesine rağmen yine büyük bir ustalıkla sahneye konulmuş. Haldun Dormen bir röportajında, günümüzde artık çadır tiyatrosunun pek kalmadığını ve bu yüzden oyunu günümüz seyircisiyle buluştururken endişe duyduğunu belirtmişti. Ben bir seyirci olarak günümüzde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş çadır tiyatrosunu oyunda hiç yadırgamadım, aksine geçmişte kalan güzellikleri özlediğimi hatırladım. Tiyatro izlemenin lüks olduğu bir dönemde, yıllarca oradan oraya turne yaparak birçok Anadolu insanına tiyatro setretmenin keyfini yaşatan değerli sanatçılarımızı düşündüm. Oyun bittikten sonra ise şu ezgiler vardı kulağımda: ‘Hisseli Harikalar Kumpanyası açıyor perdesini açıyor, Harikalar Dünyası burası herkese neşe saçıyor’…

Toros Canavarı

Haydi gelin! Hayatımızda yeni bir sayfa açalım bugün. Herkes içinden geleni yazsın. Silmek, karalamak, kâğıdı yırtmak serbest. Yeter ki yazalım. Ben tiyatroya gönül vermiş biri olarak kendi sayfamı, izlediğim bir oyunu anlatarak doldurmak istiyorum.

‘Toros Canavarı…’ Son zamanlarda izlediğim en iyi oyunlardan biri. Eskişehir Şehir Tiyatrosu’nun yetenekli kadrosundan izlemek de ayrıca keyif verici. Aziz Nesin’in ustalıkla kaleme aldığı bu oyun, eğlenceli ve bir o kadar da tanıdık hikayesiyle seyirciyi kendine bağlamayı pekala başarıyor. Nuri Sayaner adında kendi halinde, mülayim bir emekli memur ve ailesinin başına gelen trajikomik bir hikayeyi konu ediniyor. Oyun başladıktan bir süre sonra insan, ‘ bi dakka, ben bu hikâyeyi bir yerden tanıyorum’ diyebilir. Sonra da Kemal Sunal ve Nevra Serezli’nin başrolü oynadığı ‘Kılıbık’ filmi aklımıza geliyor. Oyunun konusu şu: ‘Aileyi zorla evden çıkarmak isteyen ev sahibinin zorbalıklarına daha fazla dayanamayan ev halkı, karakola gitmeye karar verir; fakat Nuri Sayaner korkusundan bir türlü gidemez. Ne zaman karakola gitse başına bir iş gelmiştir çünkü. En sonunda cesaretini toplayıp gider ve uzun zamandır aranan Toros Canavarı adında azılı bir katile benzemesi nedeniyle hapse girer. Nuri Sayaner, sade bir vatandaşken görmediği itibarı canavar iken görür. Dalkavuklar etrafını sarar, gazetecilerin ilgi odağı olur, onu görünce gömlekler iliklenir, saygıda kusur edilmez ve ondan korkulur artık. Ailesinin de hayatı bütünüyle değişir. Ta ki gerçek Toros Canavarı suçunu itiraf edene kadar… ‘ Aziz Nesin'in deyimiyle "izahı olmayan şeylerin mizahının yapıldığı" oyunda: korkulan bir suçlu olmanın masumiyetten değerli görüldüğü bir dünya anlatılıyor. Oyun, dönemin toplumsal ve politik haline ışık tutarken çok iyi bir durum eleştirisi de yapıyor. Kalabalık bir kadrosu var ve karakterlerin çoğu karikatürize edilmiş. Yönetmen İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçısı Ergun Üğlü ise oyunu başarılı bir biçimde yorumlamış. Ben seyirci koltuğunda otururken nitelikli bir tiyatro seyretmenin keyfini yaşadım. Hani derler ya ‘tadı damağımda kaldı’ diye, öyle bir oyundu işte. Bu hikaye çok uzun zaman önce yazılmış olması itibariyle acaba eskimiş midir, toplumun yaşadıkları farklılaşmış olabilir mi? Metnin söylediği söz hala geçerli mi? gibi kaygılar taşıyabilir yönetmen açısından. Fakat anlatılanlar o kadar gerçek ve o kadar güncel ki; güldüğümüz şey aslında kendi hikayemiz. Uzun lafın kısası, gülüyoruz ağlanacak halimize.
Hayatımızın başka bir sayfasında buluşmak üzere…

Yazan: Aziz Nesin
Yöneten: Ergun Üğlü
Dekor kostüm: Gamze Kuş
Müzik: Tolga Çebi
Dramaturg: Gökhan Aktemur
Sahneleyen: Eskişehir Şehir Tiyatrosu
Oyuncular: Mustafa Kılıkcı (Nuri Sayaner), Burcu Tutkun Oruç (Mihriban),Ozan Çolak (Metin),Nagihan Orhan (Gülay),Hakkı Kuş (Ziya Çalakçı),Serhat Onbul (Osman Gümüştekir),Mert Kırlak (komiser), M.Alp Sunaoğlu (bekçi), İlker Alemdar (polis), Serhat Yeşil (sanık),Çisem Erdoğan (gazeteci), Şayan Noyan (gazeteci),Zuhal Lale (muhabir),Nurşah Aykut (muhabir),Orçun Tiryaki (foto muhabiri)
Prömiyer: 4 Ekim 2012

http://tiyatro.eskisehir.bel.tr/

Tiyatro

Tiyatro sever dostlar! Hem biraz dertleşmek hem de farkındalık yaratmak için kısa bir zaman yolculuğuna çıkmaya ne dersiniz? Haydi, başlayalım o halde.

1930 yılında Mustafa Kemal Atatürk, Darülbedayi oyuncuları Ankara turnesindeyken onları köşküne çağırır,sorunlarını dinler ve Muhsin Ertuğrul’a der ki: ''Siz benim ta ateşe militerlikten beri görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Şimdi ben, Devlet Reisi olarak size soruyorum: Hükümetten ne gibi bir yardım istersiniz?'' ''-Bir tiyatro mektebi istiyoruz paşam.'' Sanatçıları uğurlarken ise çevresindekilere şunları söyler:‘’Efendiler! Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz hatta reisicumhur olabilirsiniz fakat sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını sanata vakfeden bu çocukları sevelim’’… Birkaç yıl sonra 'Milli Musiki ve Temsil Akademisi Kanun Tasarısı' kabul edilir ve istenilen tiyatro mektebi ‘Musiki Muallim Mektebi Temsil Sınıfları' adıyla (şimdiki ismi Ankara Devlet Konservatuarı) Ankara’da kurulur. Açılan tiyatro okulunda Devlet Tiyatrosu ve Devlet Operası'nın temelleri atılır. Şu da bir gerçektir ki: devlet tiyatrolarının kuruluş yıllarında gördüğü itibarı günümüzde ne yazık ki yok artık. Atatürk’ün sanatçılarla sabahlara kadar dramaturji çalışması yaptığı veya İnönü’nün geç kaldığı oyuna girebilmek için ara verilmesini beklediği dönem çok eskilerde kaldı.Geçmişten günümüze birtakım zorluklar yaşansa da çok fazla değerli sanatçı yetişmiş ve nitelikli oyunlar sahnelenmiştir.

Darülbedayi’den bahsetmek istiyorum biraz da. 1914 yılında temelleri atılan ve eğitim amaçlı kurulan bu kurum sınavla öğrenci almaktaydı. Bu sınavı kazanan Muhsin Ertuğrul başta olmak üzere birçok öğrenci daha sonraki yıllarda sanat dünyamızın önemli isimleri oldular. Darülbedayi 1934 yılından sonra İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları adını aldı. Kurum, tarihi boyunca çeşitli sorunlarla karşılaşsa da ayakta kalmayı pekâlâ başardı. Benim çok sevdiğim bir özelliği de Çocuk ve Genç Eğitim Birimidir. Çocuklara tiyatro sanatını sevdirmek ve tanıtmak amacıyla yapılan eğitim çalışmaları son derece önemlidir. Fakat itiraf etmeliyim ki çocukların tiyatro eğitimi alması konusunda çok da bilinçli değiliz. ‘’Çocuklara tiyatro eğitimi mi? Yahu küçücük çocuk ne anlar tiyatrodan, büyüyünce başımıza oyuncu mu olacak bu? Önce bi büyüsün, okulunu bitirsin bakalım...’’ diyen onca insanla karşılaştım ve çoğuna da gülüp geçtim. Bu çalışmalara katılan çocukların ille de oyuncu olmaları gerekmiyor ki. Yaratıcı drama çalışmaları çocukların iyi birer insan olmasını, kendisine ve çevresine karşı duyarlı olmasını sağlar. Sanatsal beğenilerinin gelişmesi ve sanata değer veren yetişkinlere dönüşmeleri açısından son derece önemlidir. Günümüzde ise İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları olarak çalışmalarına devam eden ve çok farklı türde nitelikli oyunlar sergileyen köklü ve saygın bir kurumdur.

Zaman içinde Devlet ve Şehir Tiyatrosu dışında Ankara Sanat Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu gibi özel tiyatrolar da kuruldu. Hepsi çok köklü ve saygın kurumlar elbette; fakat özel tiyatrolar içinde en çok Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oyun izleyebildiğim için ondan bahsetmek istiyorum. 6 Aralık 1963 yılında Ankara’da kurulan Ankara Sanat Tiyatrosu(AST) çoğunlukla çağdaş dünya klasiklerine yer vermiştir. Benim en sevdiğim mekânlardan biridir. Sahnesiyle, kulisiyle, seyircileriyle gerçekten çok sıcak, samimi bir yerdir. Vakti zamanında Asaf Çiyiltepe, Altan Gördüm, Genco Erkal, Rutkay Aziz, Altan Erkekli gibi pek çok değerli sanatçı da bu kurumda sahne almıştır. Günümüzde ise birbirinden güzel oyunlarıyla halen perdelerini açmaya devam etmektedir.
Sıkı durun! Bir maratondan bahsedeceğim şimdi. 16-22 Haziran 2012 tarihleri arasında İstanbul’da ‘Sanat Maratonu’ gerçekleştirildi. Kadıköy Selamiçeşme Özgürlük Parkı, sanata bir hafta boyunca ev sahipliği yaptı. Tiyatro, dans, müzik, şiir dinletileri, söyleşiler, kısa film gösterileri gibi pek çok dalda gösteriler yapıldı. Şehir Tiyatrosu, Devlet Tiyatrosu, özel tiyatrolar, amatör tiyatrolar, sanatçılar ve seyircilerin katılımıyla Özgürlük Parkı hiç boş kalmadı. Amaç belliydi elbette ki ve gece gündüz devamlılığı nedeniyle bir ilk olma niteliği taşıyordu bu etkinlik. Ama bence daha da önemlisi, büyük bir dayanışma örneği gösterildi. Bu dönemde ortaya atılan ‘boş sahnelere oynuyorlar’ lakırdılarına cevap niteliğinde ise şunları söylemek isterim. Ben çok sık tiyatro izleyen biri olarak, gittiğim her oyunda salonu hep dolu gördüm. Hatta o kadar çok talep var ki tiyatroya, çoğu zaman bilet bulmakta zorlanıyorum. Özellikle Ankara seyircisinin bu konuda çok ilgili olduğunu söyleyebilirim. Tiyatro gerçekten zor bir sanattır dostlar. Işıkçısından yönetmenine, oyuncusuna kadar büyük bir emeğin ürünüdür. Sözgelimi iki saatlik bir oyunu sahneleyebilmek için aylarca gece gündüz çalışmak gerekir. Evet, gecesi gündüzü yoktur bu işin. Çok sevmek, çalışmak ve sıkı bir disiplin ister. Sanatçılar tüm hayatlarını adarlar bu mesleğe. Üstelik tiyatrodan aldıkları ücretler de malum. Tiyatro dışında geliri yoksa bir oyuncunun işi zor. Bu yüzden televizyon, tiyatro, sinema gibi pek çok alanda çalışabilmedir sanatçı ve bence en önemlisi sosyal güvencesi olmalıdır, doğru ve saygın işler yapılmalıdır. Bu sektörün çalışma koşullarına artık radikal bir çözüm getirilmesi şart! Ayrıca geçen sene birtakım üzücü olaylar neticesinde başlayan Sanat Maratonu’nun her yıl gerçekleştirilen bir festivale dönüştürülmesi ve tiyatrolarımıza sahip çıkılması taraftarıyım. Siz ne dersiniz?

Son olarak; ben tiyatroya gönül vermiş biriyim, bu yazımı tiyatroya emek veren herkese ve tiyatro severlere armağan ediyorum. Sanat dolu, hayat dolu, özgür ve mutlu günler diliyorum. Teşekkür ederim.

http://www.sanatmaratonu.com/
http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Anasayfa.aspx
http://www.devtiyatro.gov.tr/
http://www.ast.com.tr/