24 Nisan 2013 Çarşamba

Yalnızlar Kulübü

Yazan & Yöneten: Sami Berat Marçalı
Dekor & Işık: Sami Berat Marçalı
Oynayanlar: Hasibe Eren (Demet), Heves Duygu Tüzün (Emel), Tevfik Şahin (Nazım), Bedir Bedir (Mehmet), Pınar Çağlar Gençtürk (Buse), Güçlü Yalçıner (Kerem)
Oyun süresi: 80 dk
Prömiyerini 18. İKSV Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde, 12 Mayıs 2012 tarihinde yapmıştır.

Hayatım boyunca unutamayacağım bir oyun izledim. Adı ‘Yalnızlar Kulübü’…
İkinci Kat’ta o küçücük sahnede beni neyin beklediğini merak ediyorum. İstiklal’de gezdikten sonra hava kararmaya başlıyor ve oyun vakti yaklaşıyor. Heyecanlıyım, içim kıpır kıpır. Herkes sessizce oyunun başlamasını bekliyor ve kapı birden açılıyor. Demet Sağlam(Hasibe Eren) giriyor sahneye. Müthiş bir enerjiyle… Kendini tanıtıyor, seyirciyle konuşuyor ve yerinde duramıyor. Nefes çalışmasıyla başlıyor işe.‘Şimdi derin bir nefes alıyoruz, veriyoruz ve her şeyi geride bırakıyoruz’ diyor ve bir eğitmen olduğunu öğreniyoruz. Kurs veriyormuş öğrencilerine. Oyundaki karakterler gibi biz seyirciler de birer kursiyeriz aslında onun gözünde. Hayatımızdaki bir takım problemleri daha rahat çözebilmek adına ‘Hayat Ritmini Bul’ diye bir şey tasarlamış. Bir şey? Yöntem.. Bu yöntem, tiyatroda eğitim çalışmasına katılanlar için hiç de yabancı değil. Emel, Nazım, Mehmet, Buse, Kerem giriyor ve tek tek tanışıyor öğrencileriyle. Dürüstlük egzersiziyle devam ediyor. Doğruları söylemeyi öğretiyor. Daha doğrusu gerçekleri söylemekten korkmamayı... Çok haklı, yeterince ‘dürüst’ değiliz. İnsanın sosyalleşme problemine değiniyor çoğu zaman. Sevinçler, hüzünler, itiraflar, özlem, mutluluk, hayal kırıklığı.. Herkes kendinden bir şey bulacaktır eminim. Kimi zaman oyunlar oynuyor çocukluktan kalma. Kimi zaman da kendimizle yüzleştiriyor bizleri. Herkesin bir derdi var, yolunda gitmeyen bir şeyler var. Ne tuhaf! Ağlamaktan utanır, söylemekten korkar olmuşuz. Hatalarımızla yüzleşmek bir yana, kendimize bile itiraf edememişiz gerçekleri. Nedendir bilinmez, sözler hep yarım kalmış hayatımızda. Özlemişiz. Alışmışız birçok şeye, sorgulamadan, itiraz etmeden kabul eder olmuşuz. Doğruluk ve hoşgörüde cimri, yalan ve öfkede cömert insanlarmışız meğer. Ve helal olsun bize, bunca kalabalığın içinde yalnız kalmayı becerebilmişiz!

Oyun yalnızca düşündürmüyordu elbette ki. Güldük, eğlendik, güzel vakit geçirdik. Demet Sağlam ve öğrencilerinin hep birlikte kaynaşma amacıyla oynadıkları ‘saraydan kız alma’ oyununa ise bayıldım. Çocukluğuma döndüm birden. Hatta kalkıp ben de oynayacaktım neredeyse. Şarkının sözleri ve ezgisi hala kulağımda: ‘Aliler Aliler Çingene Aliler, ne isterler ne isterler bizim saraydan hıh!’… Sahne ise pek de alışık olmadığımız türden. Küçük, seyirciler sandalyede oturuyor ve oyun ortada oynanıyor. Böyle küçük sahneleri oldum olası sevmişimdir. Oyuncuyla seyirci iç içedir, samimidir, güzeldir. Oyunculuklar ise başarılıydı. Özellikle Hasibe Eren’in oyun boyunca seyirciyle kurduğu göz temasından bahsetmeden geçmek olmaz. Sanırım kendisi bu enerjiyi seyirciden alıyor, tabi seyirci de ondan. Oyunu izlerken yaşadığım en unutamadığım anlardan bir tanesi ise Hasibe Eren’in birden bana bir soru yöneltmesiydi. O kadar beklemediğim bir şeydi ki; bir cevap bile veremedim, yalnızca gülümsemekle yetindim. O ise büyük bir ustalıkla oyuna kaldığı yerden devam etti. Her güzel şeyin bir sonu vardır, derler. Oyunun sonu geldi ve kapanışı yine Hasibe Eren yaptı: ‘Şimdi derin bir nefes alıyoruz, veriyoruz ve burada yaşadıklarımızı unutup gidiyoruz…’
Başkalarını bilmem ama bana ‘oyun nasıldı’ diye sorduklarında, ‘1,5 saatin nasıl geçtiğine inanamadığım bir oyun’ diyorum…

http://www.ikincikat.org/

Sami Berat Marçalı ile Söyleşi

Merhaba, Yalnızlar Kulübü’nü izledim ve çok beğendim, tebrikler. İzninizle söyleşiye başlamak istiyorum.
Kendiniz hakkında kısa bir bilgi verir misiniz, Sami Berat Marçalı kimdir?
Sami Berat Marçalı 25 yaşında bir tiyatrocudur. Tiyatro okumamıştır. Endüstri Mühendisliği okumuştur. 2009'dan bu yana 7 oyun yönetmiş 5 oyun yazmıştır. 2’si sahnelenmiştir; Limonata ve Yalnızlar Kulübü.
’Sıfırnoktaiki’ nasıl kuruldu ve hedefi nedir?
Sıfırnoktaiki 2010 yılında kapandı. İsmi artık ikincikat. ikincikat 2010 yılında kuruldu. Eyüp Emre Uçaray ve Sami Berat Marçalı kurdu.
ikincikat, kendi varoluş serüveninde, tiyatroda yeniyi, günceli arar; özgün hikâyeleri ve o hikâyelerdeki karakterlerin kendi varoluş serüvenlerini olduğu gibi paylaşır.
ikincikat, yerli yazıma ait yaşayan bir repertuvar oluşturmayı, seyircinin tiyatro algısını değiştirmeyi, sanatçının vizyonunu genişletmeyi, sektörün oluşumunda önemli bir rol almayı hedefler.
Yeni projeleriniz nelerdir?
Yeni proje: "sürpriz". Ben yazdım yönetiyorum. Spoiler veremem. Şubat'ta prömiyeri var.
Yalnızlar Kulübü’nden bahseder misiniz biraz?
Yalnızlar Kulübü aslında bir iletişim özlemi üzerine yazılmış, parayla satın aldığımız sözde sosyalleşme alanları ve bunu verenleri eleştiren, öte yandan da günümüzün hızlı yaşamının bizi getirdiği durumlara mercek tutan bir arınma oyunu. Kısaca hep birlikte derin bir nefes alıp verebilmeyi hedefliyor.
Yönetmen olmaya nasıl karar verdiniz, çocukken hayal eder miydiniz?
Yönetmen olmak gibi bir gayem yoktu. Şarkıcı olmayı daha çok isteyebilirdim. Ama sesim güzel değildi. Dansçı olmayı da isteyebilirdim. O da çok yoğun vücut çalışması gerektiriyordu. Her ikisi için de minimum 3 yıl çalıştım. Olmaması gerektiğini anladıktan sonra devam etmedim. Sinema ve Tiyatro sanat yapabileceğim en mantıklı alanlar. Bu alanlar içerisinde de kendimi ifade edebileceğim en önemli yer başta yazarlık sonra yönetmenlik. Bu sebeple de bunları meslek edindim.
Vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Güzel dileklerin için teşekkür ederim. Umarım yardımcı olabilmişimdir.

Sen Olmak

Her şey bir çiçekle başladı… Mevsim güz olduğu için bahar ve yaz günleri pek renkli olan bahçeler yoktu artık. Yapraklar bir bir susuyor, güneş yüzünü göstermiyor, ortalık sessizliğe bürünüyordu. Sık sık gittiğim deniz kenarına o akşam da gittim. Rüzgârın, dalgaların sesini tekrar duymak istedim. Öyle güzel bir ritimdi ki her dinlediğimde kendimden geçer, başka âlemlere giderdim. Sanırım doğanın müziği buydu.
Mucizevî manzarayı seyre dalmışken oldukça ince bir ses duydum: çiçekçi, çiçeklerim var… Kocaman mavi gözlü, küçük ve sevimli bir kızla göz göze geldik. Saçları günlerdir taranmamış gibi, ayakkabısı eski, elbisesi ise oldukça kirliydi. Öyle masum bakıyordu ki biraz önce daldığım hayallere hiçbir şey olmamış gibi geri dönemedim. İnsanın içinde vicdan denilen öyle bir mahkeme var ki yargılanan da insanın kendisi, yargılayan da. Bu garip ve bir o kadar da gizemli mahkemede kendim, kendimi yargıladı. Gitmek kalmaktan daha zor geldi ve arkamı dönüp gidemedim. Gecenin ayazında kaldırıma oturmuş bağırıyordu: çiçekçi, çiçeklerim var… Gözleri çok etkileyiciydi. O gözlerde enginleri gördüm ben, denizin dev dalgalarını gördüm. Çok şey anlatıyordu, sanki bir bakışı yüzlerce kelimeye bedeldi. Kim bilir neler yaşadı? Neler hissetti? Nelere şahit oldu? Adı da kendi gibi güzelmiş: Deniz… Küçücük ellerinden çiçek alırken sanki ‘beni de götür yanında’ diyordu gözleri. Elimde çiçek, yüreğimde masmavi gözlerle evimin yolunu tuttum. Öte yandan düşünmeden edemiyordum; bu şehirde gökteki yıldızlardan daha çok ev varken bu çocuklar neden sokaktalar? Eller kalem tutması gerekirken neden çiçek satıyor? Gözler parıldaması gerekirken neden çaresizce bakıyor? Zor sorulardı bunlar, cevabını herkesin bildiği ama söylemeye cesaret edemediği zor sorular. Böyle anlarda insan ister istemez kendi içinde hesaplaşmaya giriyor. Kendini dinlemek dünyanın en zor şeyidir. Vicdanınla baş başa kalmak, kendini sorgulamak… Deniz dışarıdayken eve girmek o kadar zordu ki tek tesellim elimdeki çiçekti. Bütün gece uyumayıp çiçekle konuştum. Denizi sordum ona. Nerededir, ne hissediyordur, hayalleri neler? Öyle tatlıydı ki, en az elindeki çiçekler kadar güzel ve masumdu. Çocuklar zaten bir çiçektir. Peki, bir çiçeğin çiçek sattığı görülmüş şey midir?
Pencereden dışarı baktım, güneş doğmak üzereydi. Güzelim çiçek, suya koyduğum halde solmuştu. Belki dalından koparıldığı belki de sahibinden uzakta olduğu için… Tek tesellimi de kaybetmiştim. Deniz’i anlamak istiyordum, ne hissettiğini bilmek, hatta o olmak. Karar verdim. Evet, Deniz’i anlayabilmenin tek yolu buydu. Bir günlüğüne çiçekçi kız olmak… Kendi hayatımı unutacak ve yanıma tek kuruş almadan kaldırımın kenarına oturup çiçek satacaktım. Sabahın erken saatleriydi. Sonbahar rüzgârı, beni kendime getiren inanılmaz büyüsüyle çarptı yüzüme ve tek kelime etmeden gitti. Kaldırımın kenarına oturdum ve biraz ilerde Deniz’i gördüm. Çiçekçi, çiçeklerim var… Öğlene kadar onlarca kişi geçti önümden ama kimse yüzüme bile bakmadı. Hatta bu şehirde kimse, kimsenin yüzüne bakmıyor. Çok kalabalık fakat bir o kadar da yalnız bir şehir… Acıktığımı hissettim, param yoktu; üşüdüm, ceketim yoktu. Deniz’i yavaş yavaş anlamaya başlıyordum. Hayatın ilk kuralı: her şey istediğin gibi olmuyor. Bir teyze durdu önümde. Saçları pamuk gibiydi. Boynuna doladığı şalı, çizmesi ve şık giyimiyle asil bir görünüme sahipti. İki tane çiçek istedi beyaz olanlarından, verdim. Biri rahmetli kocasının diğeri kendisininmiş. Bugün onların evlilik yıldönümüymüş. Bu günü, yirmi sene kocasıyla, on sene de tek başına kutlamış. Sesinde bir dinginlik vardı. İnanılmayacak kadar kibar bir kadın. Sanırım o eski İstanbul hanımefendilerin son örneklerinden. Teşekkür ettikten sonra usulca uzaklaştı. Bu parayla sadece simit alabildim. Simidin bu kadar lezzetli olduğunu daha önce hiç fark etmemiştim. Hemen bitmesin diye yavaş yavaş yedim. Yarım kalan simidi, sonra yemek üzere gazeteye sardım. Genç bir adam yaklaşırken çiçekleri uzattım. Elinin tersiyle itti. Beni fark etmedi ama tanımıştım onu, yan komşumdu. Beni her gördüğünde nazik davranan o insan, şimdi oldukça kabaydı. Hâlbuki ben, yine bendim.
Saatler geçti ve ben hala kaldırımın kenarındayım, insanları izliyorum. Sokak ortasında dayak yiyen bir kadın gördüm.Bir şiddet olayı daha...Çok yazık! Bu hayatta kadın olmak zor.Kadın olmak bazen,haksızlığa,baskıya, ayrımcılığa maruz bırakılmak demek. Bunların olmadığı bir dünya düşlüyorum. Kendi kendine konuşan bir adama rastladım sonra. Bir şeyler anlatıyordu. Bana saçma geliyordu ama onun için ne kadar önemliydi kim bilir. Onun dünyası nasıldı acaba? Her insan farklı bir dünya.Bundan doğal ne olabilir ki zaten? Parmak izimiz bile farklıyken sözgelimi fikirler neden farklı olmasın? Farklılıkları düşmanlık vesilesi haline getirmek midir doğru olan yoksa hoşgörüyle karşılamak mı? Kimliğimizi değiştirsek çözülür mü her şey? Başkalarının istediği kimliğe bürünsek, adımızı değiştirsek mesela…Ne güzel söylemiş Shakespeare; Juliet: ‘Adın ne değeri var, şu gülün adı değişse bile kokmaz mı aynı güzellikte? Romeo, bırak, at bu adı. Senin parçan olmayan bu ada karşılık al bütün varlığımı…Bazen keşke diyorum, keşke sevmeyi öğrenebilsek. O zaman her şey daha güzel olurdu. Yüreğimin kenarında bir kesiklik hissettim. Deniz’e baktım, sessiz bir yağmur gibi ağlıyordu. Takım elbiseli ve telefonla konuşan bir delikanlı vardı şimdi karşımda. ‘Karıcım, şirkette toplantıdayım’ dedi. Fakat ne bu cadde şirkete ne de insanlar toplanmışa benziyordu. Telefonu kapatır kapatmaz bir kadın yaklaştı yanına ve ‘sevgilim’ dedikten sonra koluna girdi. Dayanamayıp kendi kendime fısıldadım. ‘Bu insanlar nedir böyle, kimdir? Doğruluk ve hoşgörüde cimri; yalan ve öfkede cömert insanlar… Yaptıkları bu rolleri nereden buluyorlar? Çocukların sokakta çalışmak zorunda olduğu bir yerde kalpleri ne yana düşüyor? Bunca soğuklukta üşümüyorlar mı? Kendilerinden başka sarılacak kimseleri yokken bunca yalan neye yarar?’ Keşke bunları yüksek sesle söyleyebilseydim. Beni anlar mıydı? Bir şeyler değişir miydi? Hiç sanmıyorum. O da herkes gibi arkasını döndü ve gitti. Çiçekçi kız olmaya karar verdiğimde bu kadar çok hikâyeye tanıklık edeceğimi düşünmemiştim. Yazılmaya değer hikâyeler bunlar. Herkes kendinden bir şey bulacaktır eminim, bu çocukları anlayacaktır.
Havanın kararmasıyla birlikte çiçekçi kız kimliğimden çıkarak evimin yolunu tuttum. Hayatımda hiç bu kadar farklı bir gün geçirmemiştim. Herkes, zamanı büyük bir hızla tüketmeye çalışırken ve hafıza kaybetme çılgınlığına kapılmışken birilerinin olup bitenleri kaydetmesi gerekiyor. Bu yüzden bugün yaşadıklarımı günlüğüme yazdım. Sabah oldu ve ben bu sefer kendim olarak çıktım dışarı. O Çocuklar için insan bir şey yapmak istiyor ama ne? Aslında topluma kazandırılacak her yaştan o kadar çok insan var ki… Elden ne gelir onu bilmiyorum. En başa döndük. Yine Deniz’i gördüm. Çiçekçi çiçeklerim var…

7 Şekspir Müzikali

Bütün dünya bir sahnedir.
Ve bütün erkekler ve kadınlar
Sadece birer oyuncu.
Girerler ve çıkarlar.
Bir kişi birçok rolü birden oynar,
Bu oyun insanın yedi çağıdır

William Shakesperare’ın ‘İnsanın Yedi Çağı’ adlı tragedyasına ait bu dizelerden ilham alınarak hazırlanmış bir oyun düşünün. İnsanın yaşam sahnesindeki trajikomik serüveni; bebeklik, okul yılları, gençlik, askerlik, yargıçlık, yaşlılık ve ölüm olmak üzere yedi döneme ayrılmış. Yönetmen Kemal Aydoğan, Shakespeare’in sonelerinden oluşan harika bir kolaj çalışması yapmış. Şarkılar, danslar, soytarılar ve Haluk Bilginer’in usta oyunculuğu da girince işin içine, ortaya ‘7 Şekspir Müzikali’ gibi şahane bir oyun çıkmış. Yaşamın özetinin yapıldığı bu oyunda;

İlk rol bebeklik… Annesinin kucağında agucuk yaparken süt emer, ağlar. En masum ve sevimli haldir.
İkinci çağında; sırtında okul çantası, önlüğü, kısa pantolonuyla tatlı bir çocuktur. Şiir okur, oynar, zıplar, korkar. Sonra,
Gençlik… Enginlere sığmaz bir delikanlıdır. Âşık olur, şarkı söyler, bazen hüzünlenir, güler, özler derken;
Askerlik… Sakal, bıyık yerindedir. Hemen celallenir, eser gürler, her kavgaya atılır, şöhretin hayallerini kurar. Sonra,
Yargıçtır. Şişman göbeği, ciddi bakışlar ve beylik laflar ile rolünü oynar.
Altıncı Çağ; Gözünde gözlük, vücudu zayıflamış, sesi çocukluğundaki gibi incelmiştir. Ve…
Son çağ… ‘İkinci çocukluk’ der bu döneme Shakesperare. Göz yok, diş yok, tat yok, hiçbir şey yok. Tam bir boşluk…

Fikir oldukça ilginç ve oyunun sağlam bir dramaturjisi var. Shakesperare sonelerinin çevirileri üzerinde özenle durulmuş. Öyle ki, ‘To be or not to be’ nin üç farklı çevirisiyle karşılaşacaksınız. Tolga Çebi’nin yaptığı müzik tasarımları ise büyüleyici. Öyle güzel ezgiler var ki; bazen şarkıların notalarına binip yolculuk ettim çok uzaklara, bazense keşke büyümeseydik dedim. Hep çocuk kalsak, o en masum, en saf halimizde! Oyunun en unutulmazları ise kuşkusuz ki maskeli soytarılar. Evrim Alaysa, Selen Öztürk, Zeynep Alkaya ve Tuğçe Karaoğlan oyun boyunca sahnede dans ediyor, şarkı söylüyor ve müthiş bir enerjiyle iyi bir oyunculuk sergiliyor. ‘Oyunun tatlı sürprizleri’ diyorum ben onlara. Hepsi çok yetenekli, sempatik ve tam bir ekip olmuşlar. Yaptıkları işin hakkını da fazlasıyla veriyorlar. Oyun; eleştirel bakış açısı, incelikli söz oyunları, etkileyici müzikleri ve evrensel bir konuyu ele alması bakımından tam bir ‘Şekspir Müzikali’. Shakespeare, yaşamı ince bir alaycılıkla betimliyor. Trajikomik dünya görüşüyle birlikte varoluşun anlamsızlığı düşüncesini de bulmak mümkün. Rejisinden dekor tasarımına, oyunculuğundan müziğine kadar oyun baştan sona büyük bir emeğin ürünü, çok başarılı. Kısacası Oyun Atölyesi’ne yakışır bir iş çıkarılmış.

Peki, yedi evreden oluşan oyunda Haluk Bilginer, kendini hayatının kaçıncı evresinde görüyor dersiniz? ‘’2. evredeyim, daha çok yolum var. Masumiyeti kaybetmemek lazım! Onu kaybedersem oyunculuk yapamam’’ diyor usta.

http://www.oyunatolyesi.com/

Hisseli Harikalar Kumpanyası

Tiyatroyu sever misiniz? Mazide kalan günleri hatırlayıp ‘Ah o eski günler!’ dediğiniz olur mu? Peki ya gülmek, eğlenmek ve birbirinden güzel şarkılara eşlik etmek ister misiniz? O zaman bu oyun tam size göre…

‘Müzikalimiz, Anadolu'da bir çadır tiyatrosunda geçiyor. Kumpanyanın assolisti, büyük bir gazinodan teklif alınca yerine acilen birini bulmak icap eder. Seçilen yeni assoliste, köyün ağası aşık olur ve işler karışır.’
‘Hangi oyun bu?’ dediğinizi duyar gibiyim. Müziği ile efsane olmuş bir oyundan bahsediyorum. Hisseli Harikalar Kumpanyası… Haldun Dormen’in yönettiği, müziklerini Zeynep Talu’nun yazdığı, Melih Kibar’ın bestelediği bu müzikal ilk kez 1980 yılında İstanbul Şan Tiyatrosu’nda sahnelenmiş. Yaşım itibariyle yetişemediğim ama 2007 versiyonunu büyük bir zevkle izledim. Kimler yok ki oyunda… Kalabalık bir ekip olduğu için herkesi anlatmak güç ama şu kadarını söyleyeyim, hepsi çok yetenekli. Eski kadrodan sadece Erol Evgin, Ayşen Gruda, Kartal Kaan var ve diğer tüm oyuncular da rollerinin hakkını fazlasıyla veriyor. Oyunda sıkça kullanılan müzik ve dans, seyirciyi de içine alarak oyun içindeki dinamizmi her daim canlı tutuyor. Erol Evgin’in dillerden düşmeyen şarkılarını dinlerken kimileriniz eski günleri hatırlayabilir. Tiyatro severleri büyülü bir dünyaya davet eden bu oyun, güldürürken o güzel ezgileri dinlemenin keyfini çıkartıyor izleyenlere. Özellikle; Kuğu gölü balesi sahnesi, Ruhsar Öcal’ın Türk Sanat Müziğimizin güzide eserlerinden biri olan ‘Bir Bahar Akşamı’ nı Rum şivesiyle okuması ve bir de Nuri Gökaşan’ın Ayşen Gruda’ya bağırarak ‘Adalet bi sus!’ demesi vardır ki beni gülmekten kırıp geçirir. Oyunun dramaturjik altyapısı sağlam. Aradan yıllar geçmesine rağmen yine büyük bir ustalıkla sahneye konulmuş. Haldun Dormen bir röportajında, günümüzde artık çadır tiyatrosunun pek kalmadığını ve bu yüzden oyunu günümüz seyircisiyle buluştururken endişe duyduğunu belirtmişti. Ben bir seyirci olarak günümüzde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş çadır tiyatrosunu oyunda hiç yadırgamadım, aksine geçmişte kalan güzellikleri özlediğimi hatırladım. Tiyatro izlemenin lüks olduğu bir dönemde, yıllarca oradan oraya turne yaparak birçok Anadolu insanına tiyatro setretmenin keyfini yaşatan değerli sanatçılarımızı düşündüm. Oyun bittikten sonra ise şu ezgiler vardı kulağımda: ‘Hisseli Harikalar Kumpanyası açıyor perdesini açıyor, Harikalar Dünyası burası herkese neşe saçıyor’…

Toros Canavarı

Haydi gelin! Hayatımızda yeni bir sayfa açalım bugün. Herkes içinden geleni yazsın. Silmek, karalamak, kâğıdı yırtmak serbest. Yeter ki yazalım. Ben tiyatroya gönül vermiş biri olarak kendi sayfamı, izlediğim bir oyunu anlatarak doldurmak istiyorum.

‘Toros Canavarı…’ Son zamanlarda izlediğim en iyi oyunlardan biri. Eskişehir Şehir Tiyatrosu’nun yetenekli kadrosundan izlemek de ayrıca keyif verici. Aziz Nesin’in ustalıkla kaleme aldığı bu oyun, eğlenceli ve bir o kadar da tanıdık hikayesiyle seyirciyi kendine bağlamayı pekala başarıyor. Nuri Sayaner adında kendi halinde, mülayim bir emekli memur ve ailesinin başına gelen trajikomik bir hikayeyi konu ediniyor. Oyun başladıktan bir süre sonra insan, ‘ bi dakka, ben bu hikâyeyi bir yerden tanıyorum’ diyebilir. Sonra da Kemal Sunal ve Nevra Serezli’nin başrolü oynadığı ‘Kılıbık’ filmi aklımıza geliyor. Oyunun konusu şu: ‘Aileyi zorla evden çıkarmak isteyen ev sahibinin zorbalıklarına daha fazla dayanamayan ev halkı, karakola gitmeye karar verir; fakat Nuri Sayaner korkusundan bir türlü gidemez. Ne zaman karakola gitse başına bir iş gelmiştir çünkü. En sonunda cesaretini toplayıp gider ve uzun zamandır aranan Toros Canavarı adında azılı bir katile benzemesi nedeniyle hapse girer. Nuri Sayaner, sade bir vatandaşken görmediği itibarı canavar iken görür. Dalkavuklar etrafını sarar, gazetecilerin ilgi odağı olur, onu görünce gömlekler iliklenir, saygıda kusur edilmez ve ondan korkulur artık. Ailesinin de hayatı bütünüyle değişir. Ta ki gerçek Toros Canavarı suçunu itiraf edene kadar… ‘ Aziz Nesin'in deyimiyle "izahı olmayan şeylerin mizahının yapıldığı" oyunda: korkulan bir suçlu olmanın masumiyetten değerli görüldüğü bir dünya anlatılıyor. Oyun, dönemin toplumsal ve politik haline ışık tutarken çok iyi bir durum eleştirisi de yapıyor. Kalabalık bir kadrosu var ve karakterlerin çoğu karikatürize edilmiş. Yönetmen İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçısı Ergun Üğlü ise oyunu başarılı bir biçimde yorumlamış. Ben seyirci koltuğunda otururken nitelikli bir tiyatro seyretmenin keyfini yaşadım. Hani derler ya ‘tadı damağımda kaldı’ diye, öyle bir oyundu işte. Bu hikaye çok uzun zaman önce yazılmış olması itibariyle acaba eskimiş midir, toplumun yaşadıkları farklılaşmış olabilir mi? Metnin söylediği söz hala geçerli mi? gibi kaygılar taşıyabilir yönetmen açısından. Fakat anlatılanlar o kadar gerçek ve o kadar güncel ki; güldüğümüz şey aslında kendi hikayemiz. Uzun lafın kısası, gülüyoruz ağlanacak halimize.
Hayatımızın başka bir sayfasında buluşmak üzere…

Yazan: Aziz Nesin
Yöneten: Ergun Üğlü
Dekor kostüm: Gamze Kuş
Müzik: Tolga Çebi
Dramaturg: Gökhan Aktemur
Sahneleyen: Eskişehir Şehir Tiyatrosu
Oyuncular: Mustafa Kılıkcı (Nuri Sayaner), Burcu Tutkun Oruç (Mihriban),Ozan Çolak (Metin),Nagihan Orhan (Gülay),Hakkı Kuş (Ziya Çalakçı),Serhat Onbul (Osman Gümüştekir),Mert Kırlak (komiser), M.Alp Sunaoğlu (bekçi), İlker Alemdar (polis), Serhat Yeşil (sanık),Çisem Erdoğan (gazeteci), Şayan Noyan (gazeteci),Zuhal Lale (muhabir),Nurşah Aykut (muhabir),Orçun Tiryaki (foto muhabiri)
Prömiyer: 4 Ekim 2012

http://tiyatro.eskisehir.bel.tr/

Tiyatro

Tiyatro sever dostlar! Hem biraz dertleşmek hem de farkındalık yaratmak için kısa bir zaman yolculuğuna çıkmaya ne dersiniz? Haydi, başlayalım o halde.

1930 yılında Mustafa Kemal Atatürk, Darülbedayi oyuncuları Ankara turnesindeyken onları köşküne çağırır,sorunlarını dinler ve Muhsin Ertuğrul’a der ki: ''Siz benim ta ateşe militerlikten beri görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Şimdi ben, Devlet Reisi olarak size soruyorum: Hükümetten ne gibi bir yardım istersiniz?'' ''-Bir tiyatro mektebi istiyoruz paşam.'' Sanatçıları uğurlarken ise çevresindekilere şunları söyler:‘’Efendiler! Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz hatta reisicumhur olabilirsiniz fakat sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını sanata vakfeden bu çocukları sevelim’’… Birkaç yıl sonra 'Milli Musiki ve Temsil Akademisi Kanun Tasarısı' kabul edilir ve istenilen tiyatro mektebi ‘Musiki Muallim Mektebi Temsil Sınıfları' adıyla (şimdiki ismi Ankara Devlet Konservatuarı) Ankara’da kurulur. Açılan tiyatro okulunda Devlet Tiyatrosu ve Devlet Operası'nın temelleri atılır. Şu da bir gerçektir ki: devlet tiyatrolarının kuruluş yıllarında gördüğü itibarı günümüzde ne yazık ki yok artık. Atatürk’ün sanatçılarla sabahlara kadar dramaturji çalışması yaptığı veya İnönü’nün geç kaldığı oyuna girebilmek için ara verilmesini beklediği dönem çok eskilerde kaldı.Geçmişten günümüze birtakım zorluklar yaşansa da çok fazla değerli sanatçı yetişmiş ve nitelikli oyunlar sahnelenmiştir.

Darülbedayi’den bahsetmek istiyorum biraz da. 1914 yılında temelleri atılan ve eğitim amaçlı kurulan bu kurum sınavla öğrenci almaktaydı. Bu sınavı kazanan Muhsin Ertuğrul başta olmak üzere birçok öğrenci daha sonraki yıllarda sanat dünyamızın önemli isimleri oldular. Darülbedayi 1934 yılından sonra İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları adını aldı. Kurum, tarihi boyunca çeşitli sorunlarla karşılaşsa da ayakta kalmayı pekâlâ başardı. Benim çok sevdiğim bir özelliği de Çocuk ve Genç Eğitim Birimidir. Çocuklara tiyatro sanatını sevdirmek ve tanıtmak amacıyla yapılan eğitim çalışmaları son derece önemlidir. Fakat itiraf etmeliyim ki çocukların tiyatro eğitimi alması konusunda çok da bilinçli değiliz. ‘’Çocuklara tiyatro eğitimi mi? Yahu küçücük çocuk ne anlar tiyatrodan, büyüyünce başımıza oyuncu mu olacak bu? Önce bi büyüsün, okulunu bitirsin bakalım...’’ diyen onca insanla karşılaştım ve çoğuna da gülüp geçtim. Bu çalışmalara katılan çocukların ille de oyuncu olmaları gerekmiyor ki. Yaratıcı drama çalışmaları çocukların iyi birer insan olmasını, kendisine ve çevresine karşı duyarlı olmasını sağlar. Sanatsal beğenilerinin gelişmesi ve sanata değer veren yetişkinlere dönüşmeleri açısından son derece önemlidir. Günümüzde ise İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları olarak çalışmalarına devam eden ve çok farklı türde nitelikli oyunlar sergileyen köklü ve saygın bir kurumdur.

Zaman içinde Devlet ve Şehir Tiyatrosu dışında Ankara Sanat Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu gibi özel tiyatrolar da kuruldu. Hepsi çok köklü ve saygın kurumlar elbette; fakat özel tiyatrolar içinde en çok Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oyun izleyebildiğim için ondan bahsetmek istiyorum. 6 Aralık 1963 yılında Ankara’da kurulan Ankara Sanat Tiyatrosu(AST) çoğunlukla çağdaş dünya klasiklerine yer vermiştir. Benim en sevdiğim mekânlardan biridir. Sahnesiyle, kulisiyle, seyircileriyle gerçekten çok sıcak, samimi bir yerdir. Vakti zamanında Asaf Çiyiltepe, Altan Gördüm, Genco Erkal, Rutkay Aziz, Altan Erkekli gibi pek çok değerli sanatçı da bu kurumda sahne almıştır. Günümüzde ise birbirinden güzel oyunlarıyla halen perdelerini açmaya devam etmektedir.
Sıkı durun! Bir maratondan bahsedeceğim şimdi. 16-22 Haziran 2012 tarihleri arasında İstanbul’da ‘Sanat Maratonu’ gerçekleştirildi. Kadıköy Selamiçeşme Özgürlük Parkı, sanata bir hafta boyunca ev sahipliği yaptı. Tiyatro, dans, müzik, şiir dinletileri, söyleşiler, kısa film gösterileri gibi pek çok dalda gösteriler yapıldı. Şehir Tiyatrosu, Devlet Tiyatrosu, özel tiyatrolar, amatör tiyatrolar, sanatçılar ve seyircilerin katılımıyla Özgürlük Parkı hiç boş kalmadı. Amaç belliydi elbette ki ve gece gündüz devamlılığı nedeniyle bir ilk olma niteliği taşıyordu bu etkinlik. Ama bence daha da önemlisi, büyük bir dayanışma örneği gösterildi. Bu dönemde ortaya atılan ‘boş sahnelere oynuyorlar’ lakırdılarına cevap niteliğinde ise şunları söylemek isterim. Ben çok sık tiyatro izleyen biri olarak, gittiğim her oyunda salonu hep dolu gördüm. Hatta o kadar çok talep var ki tiyatroya, çoğu zaman bilet bulmakta zorlanıyorum. Özellikle Ankara seyircisinin bu konuda çok ilgili olduğunu söyleyebilirim. Tiyatro gerçekten zor bir sanattır dostlar. Işıkçısından yönetmenine, oyuncusuna kadar büyük bir emeğin ürünüdür. Sözgelimi iki saatlik bir oyunu sahneleyebilmek için aylarca gece gündüz çalışmak gerekir. Evet, gecesi gündüzü yoktur bu işin. Çok sevmek, çalışmak ve sıkı bir disiplin ister. Sanatçılar tüm hayatlarını adarlar bu mesleğe. Üstelik tiyatrodan aldıkları ücretler de malum. Tiyatro dışında geliri yoksa bir oyuncunun işi zor. Bu yüzden televizyon, tiyatro, sinema gibi pek çok alanda çalışabilmedir sanatçı ve bence en önemlisi sosyal güvencesi olmalıdır, doğru ve saygın işler yapılmalıdır. Bu sektörün çalışma koşullarına artık radikal bir çözüm getirilmesi şart! Ayrıca geçen sene birtakım üzücü olaylar neticesinde başlayan Sanat Maratonu’nun her yıl gerçekleştirilen bir festivale dönüştürülmesi ve tiyatrolarımıza sahip çıkılması taraftarıyım. Siz ne dersiniz?

Son olarak; ben tiyatroya gönül vermiş biriyim, bu yazımı tiyatroya emek veren herkese ve tiyatro severlere armağan ediyorum. Sanat dolu, hayat dolu, özgür ve mutlu günler diliyorum. Teşekkür ederim.

http://www.sanatmaratonu.com/
http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Anasayfa.aspx
http://www.devtiyatro.gov.tr/
http://www.ast.com.tr/

90'lar Kutusu

Neden bilmiyorum, çocukluğumdan beri severim bir şeyler biriktirmeyi. Taş, peçete, kapak, pul ne varsa biriktirirdim hep. Bir gün annem, onları çöp sanıp atınca kutum boşaldı haliyle. Ben de yeniden biriktirmeye başladım. O yıllarda elime ne geçtiyse bu kutuda topladım. Uzun zamandır ilk defa açtım tahta kutumu ve uzun bir yolculuğa çıktık birlikte…

Neler neler birikmiş. Tozlanmış bir fotoğraf gördüm ilk önce. Kim bilir kaç yıl oldu gazeteden keseli. Kim bilir kaç yıldır bekledi kutuda. ‘O kadar olmuş mu’ dedim. Küçüktüm ama hatırlıyorum. Ben o çizgi filmi (jeneriği) görünce ‘Sıdıka başladııı’ diye heyecanla bağırırdım. Sıdıka kim mi? Düşünen, sorgulayan, her şeye rağmen mutlu olmasını bilen bir kenar mahalle kızı o. Ben en çok günlüğüne yazdıklarına hayrandım. Hatta vakti zamanında Sıdıka'ya özenip iki defter günlük tutmuşluğum bile var. Dizi maalesef yıllar önce bitti ama bir dergide hala yaşıyor Sıdıka. Hem de yıllara meydan okuyarak. Türk televizyon tarihinde arşivdeki yerini almış besbelli. Hala unutulmamasından ve yaşatılmasından belli! Diziler ve 90’lar deyince Bizimkiler’den bahsetmemek olmaz. Ailecek televizyon başına geçip keyifle izlediğimiz en samimi diziydi diyebilirim. Sabri beyden kapıcı cafere, hıçkırık mağduru Ayla hanımdan katil Yavuza kadar birçok karakter gönlümüzde taht kurmuştu. Öyle sevmişim ki bu diziyi, hala bazen izlerken gözlerim dolar. Ayrıca o zamanlar dizilerin süresi 1 saati geçmezdi ve daha güzeldi. Böyle diziler pek kalmadı artık... Fotoğrafı bırakır bırakmaz birkaç taso geçti elime. Taso’yu hatırlayan var mı? Hani şu üzerinde Pokemon’ların resmi olan küçük yuvarlak şey. Peki, Pokemon neydi? Çocukluğumda izlediğim en güzel çizgi film. ‘Seni seçtim Pikaçu…’ ‘Hadi Balbazar sarmaşık saldırısı…’ Şimdi hatırladınız mı? Taso, o zamanlar bir para kadar değerliydi biz çocuklar için. Ya kasetler… Teybe veya volkmane koyup ses kayıtları dinlediğimiz şimdi ise unutulmaya yüz tutmuş o kasetler… Onlarca kaset arasından sadece bir tanesini saklamışım kutuda. Barış Manço’nun eski bir kaseti. Neler yok ki içinde… Kara Sevda, Domates Biber Patlıcan, Günaydın Çocuklar ve daha neler neler… Hayatımda her zaman var olan biri oldu. Barış Manço… Küçükken ona hayrandım. En büyük hayalim 7’den 77’ye adlı programa katılmaktı. Diyecekti ki bana: dişlerini fırçalıyor musun? Evet diyecektim, fırçalıyorum, hem de ıspanak yiyorum, arabanın da ön koltuğuna hiçbir zaman oturmuyorum… Maalesef ustayı yakından görme fırsatım olmadı ama kendisi ve şarkıları hayatımda çok önemli bir iz bıraktı. Işıklar içinde uyusun.
Kasetlere dair hatırladığım bir diğer ayrıntı ise ortasındaki boşluğa parmağımızı sokup kaydı ileri geri almaya çalıştığımız. Aslında benim bunu yapmaktaki tek amacım eğlenceydi. Çok severdim kasetleri sarmayı. Oynarken bazen bozduğum da olmuştur. Bozduğum bir diğer oyuncak ise sanal bebekti. Hayatımdaki ilk sorumluğu o zaman almıştım. Uyutmak, beslemek, müzik dinletmek, kitap okutmak, çişini yaptırmak gerçekten sorumluluk gerektiriyordu. İhtiyaçlarını zamanında karşılamayınca ölüyordu çünkü. Hepsi iyi güzeldi de bazen uykumun ortasında dıt dıt diye ötmesi yok mu, sinir olurdum. Bir gün merak edip kurcaladım, pillerini çıkardım, kablolarıyla oynadım. İçinde sandığım gibi bir bebek olmadığını gördüm. Tekrar taktığımda ise çalışmıyordu. Bununla ilgili bir üzüntü yaşamadım çünkü aynı gün eve bir tetris alınmıştı. İlk rekor kırma girişimimi bununla yaşadım. İnsan bir başladı mı bırakamıyor elinden. Tetris oynayanlar anlayacaklardır beni. Kutuda bir flüt gördüm sonra. İlkokulda bana alınan ilk flütüm bu. İlk flütümle çalmaya çalışıp da çalamadığım ilk şarkı neydi biliyor musunuz? Süper Baba.. Unutulmaz bir diziydi. Beni en çok şarkısı etkilemişti. 'Bana bir masal anlat baba, içinde denizle balıklar, yağmurla kar olsun, güneşle ay dıt dıt daa dada…' Böyle diziler yok ki artık… Komşuluk ilişkilerini de unutmamak lazım tabi. Bizim apartmanda herkes birbirini yakından tanırdı, hafta sonları annelerimiz arasında altın günleri yapılırdı, komşulara yemekler götürülürdü, sünnet, nişan, düğün olduğunda hep birlikte yardım edilirdi. Bazen sokağa çıkıp o eski komşuları aramak geliyor içimden, belki bulabilirim... Bir kaset daha buldum ama bu bildiğimiz teyp kasetlerinden değil. Hani şu aterideki meşhur Mario’nun oyun kaseti var ya… Ha işte o… Ah Mario ah! Kızı ejderhanın elinden kurtarmak için az mı uğraşmıştık seninle. Senin yüzünden annemden azar işittiğim günleri de unutmadım. Seninle çok vakit geçiriyorum diye kızıyordu bana. Sırf Hugo ve Tolga Abi’yi izlemek için hasta numarası yapıp okula gitmediğim günler de oldu. Annem hemen anlardı tabi. Yalan söylediğimizi nasıl anlıyorlar hayret ediyorum. Büyüyünce mi anlayacağım dersiniz? Belki de… Hugo’yu hatırlayınca özgürce hayal kurduğumuz ve istediklerimizi yapabileceğimize en çok inandığımız günlere geri döndüm birden. Çizgi filmler… Ninjalık yapan kaplumbağalar… Mavi bandanalı Leonardo, mor bandanalı Donatello, kırmızı bandana Rafael, turuncu bandanalı Michelangelo’ydu. Büyüyünce öğrendim ki bunlar Rönesans sanatçılarının isimleriymiş. Ya Şirinler… Ben küçükken uslu bir çocuk olursam şirinleri gerçekten görebileceğime inanırdım. Teletabiler’i hatırlıyor musunuz? Tinky Winky, Dipsy, Laa-Laa, Po arasından hangisini daha çok seviyorsun diye sorduklarında neden bilmiyorum Po derdim. Söylemesi daha kolay olduğundan sanırım. Peki ya Müfettiş Gadget.. İstediği kadar beceriksiz olabilir, sakarlık yapabilir yeter ki kafasından o tuhaf aletleri çıkarıp dursun. Sukubidu… Hep böyle sevimli bir köpeğim ve gerçek dostlarım olmasını istemişimdir. Kaptan Tusubasa… Onu ilk izlediğimde futbolcu olmaya karar vermiştim. Hep böyle taktik tartışması yapmak, gol atmak, alkışlanmak istedim. Futbolcu olamadım ama bizim mahallenin kalecisi olmuştum. Gülmeyin, çok iyi top yakalardım… Hava kararıncaya kadar doyasıya oyun oynardık: yakan top, saklambaç, ortada sıçan, yedi kiremit, istop… Maç yapardık. Maçın tam ortasında annemin pencereden seslenip: ‘yemek hazııır hadi eveee’ diyen sesini duyar gibiyim. Evde ekmek kalmamışsa bakkal amcadan bir ekmek alıp öyle giderdim eve. O yorgunluğun üstüne banyo etmek, yemek yemek ve sonra uyumak o kadar güzel olurdu ki…
Yarın yeni bir gün başlardı. Yine 90’lardan bir gün… Mahalle kavramının, sokak oyunlarının, komşuluk ilişkilerinin, bakkal amcaların olduğu bir gün... Soruyorum, hangi biri kaldı şimdi? Mahalle kavramı mı? Sokak oyunları mı? Komşuluk ilişkileri mi? Şarkıların samimiliği mi? Bakkal amcalar mı? İnsanlık gelişiyor, hayat kolaylaşıyor, şimdiki çocuklar çok şanslı… Gerçekten böyle mi? Biz çocukluğun yaşandığı son nesiliz. İşte bu gerçekten öyle…

Profesyonel

‘’Birisi geçmişinizi değiştirebilir mi? Olabilir mi böyle bir şey? Olabilir.. Ama nasıl?’’
Bir yayınevinde editör olan Teodor Kray-annesi Teya derdi ona- 40 yaşında bir edebiyat adamıdır. Bugüne kadar sadece iki kitabı yayımlanmış: biri şiir kitabı, diğeri öykü kitabı. Bir gün çalışma odasında oturmuş kitap taslaklarını incelerken, sekreteri ‘Marta’ kapıyı çalar ve kendisiyle görüşmek isteyen bir adam olduğunu söyler. Teodor’un yazmadığı kitaplarını getiren sivil polis Luka’dır gelen. Yazmadığı kitapları? Yazmadığı ama yaşadığı, anlattığı kitapları… ‘Öyküleri’ ve bir de ‘oyunu’. Teodor’u takip eden Luka, gizli bir polistir aslında. Yıllarca onu takip eder, söylediği her şeyi ses bandına kaydeder, sonra da bunları not eder. Bütün bunları polise teslim ettikten sonra bir kopyasını da kendine saklar. Bu adamla tanışmak Teodor’un geçmiş yaşamını bütünüyle değiştirir.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun harika bir oyunu… Son zamanlarda izlediğim en etkileyici yapıt.
Oyunun Adı: Profesyonel
Yazan: Duşan Kovaçevic
Çeviren: Başar Sabuncu, Bilge Emin
Yöneten: Işıl Kasapoğlu
Dekor Tasarım: Nurettin Özkönü
Müzik: Cenap Oğuz
Kostüm Tasarım: Gülümser Erigür
Işık Tasarım: Önder Arık
Oyuncular: Bülent Emin Yarar(Profesyonel / Luka Laban), Yetkin Dikinciler (Teodor Teya Kray) Gülen Çehreli (Sekreter/Marta), Cenap Oğuz (kaçık)
Süre: 1 saat 45 dakika
Yugoslavya’da yaşanan büyük dönüşüm dönemindeki toplumsal ve politik yaşam, ironik bir uslüpla anlatılmış. Kimi zaman komedi izliyormuş hissine kapılıp kahkahalar attım, kimi zaman acıklı bir romanın tam ortasındaymış gibiydim, gözlerim doldu. Müziği ise çok etkiledi beni. İçimi titreten bir ezgisi vardı. Derinlerde bir yerde.. Nasıl anlatsam? Hani bazen yalnız kaldığınız anlarda gözleriniz dalar ya uzaklara, çok şey hissedersiniz ama tek kelime çıkmaz ya, boğazınızda bir şey düğümlenir sonra…Öyle işte...
Kısa bir karakter analizi yapacak olursak;
Teodor; duruşu, kişiliği ve ses tonuyla tam bir edebiyat adamı.
Luka ise elinde bavulu, konuşkanlığı ve sevecen tavırlarıyla, ‘yazarın eski bir dostu’ izlenimi uyandırıyor seyircide. Karikatürize edilmiş ve kelimenin tam anlamıyla çatlak bi tip.
Oyunda görmediğimiz ama Luka’nın sıkça bahsettiği oğlu Milos, bence oyunun kilit noktası. Luka’nın değişmesinin nedeni belki de oğlu.
Diğer karakterlerin oyuna çok önemli bir etkisi bulunmamakla birlikte oyunculuklar başarılı.
Oyunda etkilendiğim çok sahne var. Özellikle Luka’nın getirdiği bavul açıldıktan sonra olanlar… Bavulun içindekiler öyle çok ilginç değildi aslında. Kitap, şemsiye, şapka gibi sıradan eşyalar… Oysa Teodor’un geçmişiydi onlar. Evet... Luka, Teodor hakkında her şeyi biliyordu. Nerde ne zaman ne söylediğini, çocukken annesinin onu ‘Teya’ diye çağırdığını, hatta onun bile unuttuğu anılarını… Bütün bunları bir deftere not etmiş ve şimdi ona tek tek okuyordu. Luka, bir dizi metin okuduktan sonra ‘yaşasın tiyatro’ demesinin ardından salonda alkışlar koptu ve benim en etkilendiğim sahnelerden biriydi bu. Teya, annesinin kendisine yazdığı mektupları okurken de gözyaşlarını tutamayanlar olmuştur. Bunlar Teya’nın yazmadığı öyküleriydi. Peki ya oyunu? Luka, çantasında yazmadığı bir de oyunu olduğunu söylemişti ona. Luka, çantasını açar ve bir ses kayıt cihazı çıkarır. Dahası bu cihaz, Luka içeri girdiğinden beri çalışıyordur. Teodor, bu cihazı dinler ve tek kelime eklemeden yazar. İşte bu da oyunudur.
Güldüren, hüzünlendiren, düşündüren bir oyun. Tek perdelik ve uzun soluklu olduğu için seyirciyi zorlayabilir ama ben hiç sıkılmadan, zevkle izledim.
Tiyatronun sesinin kısılmaya çalışıldığı bugünlerde; ufkumuzu açan ve nitelikli bir tiyatro seyretme keyfini yaşatan tüm ‘Profesyonel’ emektarlarına kendi adıma teşekkür ederim.