24 Nisan 2013 Çarşamba

90'lar Kutusu

Neden bilmiyorum, çocukluğumdan beri severim bir şeyler biriktirmeyi. Taş, peçete, kapak, pul ne varsa biriktirirdim hep. Bir gün annem, onları çöp sanıp atınca kutum boşaldı haliyle. Ben de yeniden biriktirmeye başladım. O yıllarda elime ne geçtiyse bu kutuda topladım. Uzun zamandır ilk defa açtım tahta kutumu ve uzun bir yolculuğa çıktık birlikte…

Neler neler birikmiş. Tozlanmış bir fotoğraf gördüm ilk önce. Kim bilir kaç yıl oldu gazeteden keseli. Kim bilir kaç yıldır bekledi kutuda. ‘O kadar olmuş mu’ dedim. Küçüktüm ama hatırlıyorum. Ben o çizgi filmi (jeneriği) görünce ‘Sıdıka başladııı’ diye heyecanla bağırırdım. Sıdıka kim mi? Düşünen, sorgulayan, her şeye rağmen mutlu olmasını bilen bir kenar mahalle kızı o. Ben en çok günlüğüne yazdıklarına hayrandım. Hatta vakti zamanında Sıdıka'ya özenip iki defter günlük tutmuşluğum bile var. Dizi maalesef yıllar önce bitti ama bir dergide hala yaşıyor Sıdıka. Hem de yıllara meydan okuyarak. Türk televizyon tarihinde arşivdeki yerini almış besbelli. Hala unutulmamasından ve yaşatılmasından belli! Diziler ve 90’lar deyince Bizimkiler’den bahsetmemek olmaz. Ailecek televizyon başına geçip keyifle izlediğimiz en samimi diziydi diyebilirim. Sabri beyden kapıcı cafere, hıçkırık mağduru Ayla hanımdan katil Yavuza kadar birçok karakter gönlümüzde taht kurmuştu. Öyle sevmişim ki bu diziyi, hala bazen izlerken gözlerim dolar. Ayrıca o zamanlar dizilerin süresi 1 saati geçmezdi ve daha güzeldi. Böyle diziler pek kalmadı artık... Fotoğrafı bırakır bırakmaz birkaç taso geçti elime. Taso’yu hatırlayan var mı? Hani şu üzerinde Pokemon’ların resmi olan küçük yuvarlak şey. Peki, Pokemon neydi? Çocukluğumda izlediğim en güzel çizgi film. ‘Seni seçtim Pikaçu…’ ‘Hadi Balbazar sarmaşık saldırısı…’ Şimdi hatırladınız mı? Taso, o zamanlar bir para kadar değerliydi biz çocuklar için. Ya kasetler… Teybe veya volkmane koyup ses kayıtları dinlediğimiz şimdi ise unutulmaya yüz tutmuş o kasetler… Onlarca kaset arasından sadece bir tanesini saklamışım kutuda. Barış Manço’nun eski bir kaseti. Neler yok ki içinde… Kara Sevda, Domates Biber Patlıcan, Günaydın Çocuklar ve daha neler neler… Hayatımda her zaman var olan biri oldu. Barış Manço… Küçükken ona hayrandım. En büyük hayalim 7’den 77’ye adlı programa katılmaktı. Diyecekti ki bana: dişlerini fırçalıyor musun? Evet diyecektim, fırçalıyorum, hem de ıspanak yiyorum, arabanın da ön koltuğuna hiçbir zaman oturmuyorum… Maalesef ustayı yakından görme fırsatım olmadı ama kendisi ve şarkıları hayatımda çok önemli bir iz bıraktı. Işıklar içinde uyusun.
Kasetlere dair hatırladığım bir diğer ayrıntı ise ortasındaki boşluğa parmağımızı sokup kaydı ileri geri almaya çalıştığımız. Aslında benim bunu yapmaktaki tek amacım eğlenceydi. Çok severdim kasetleri sarmayı. Oynarken bazen bozduğum da olmuştur. Bozduğum bir diğer oyuncak ise sanal bebekti. Hayatımdaki ilk sorumluğu o zaman almıştım. Uyutmak, beslemek, müzik dinletmek, kitap okutmak, çişini yaptırmak gerçekten sorumluluk gerektiriyordu. İhtiyaçlarını zamanında karşılamayınca ölüyordu çünkü. Hepsi iyi güzeldi de bazen uykumun ortasında dıt dıt diye ötmesi yok mu, sinir olurdum. Bir gün merak edip kurcaladım, pillerini çıkardım, kablolarıyla oynadım. İçinde sandığım gibi bir bebek olmadığını gördüm. Tekrar taktığımda ise çalışmıyordu. Bununla ilgili bir üzüntü yaşamadım çünkü aynı gün eve bir tetris alınmıştı. İlk rekor kırma girişimimi bununla yaşadım. İnsan bir başladı mı bırakamıyor elinden. Tetris oynayanlar anlayacaklardır beni. Kutuda bir flüt gördüm sonra. İlkokulda bana alınan ilk flütüm bu. İlk flütümle çalmaya çalışıp da çalamadığım ilk şarkı neydi biliyor musunuz? Süper Baba.. Unutulmaz bir diziydi. Beni en çok şarkısı etkilemişti. 'Bana bir masal anlat baba, içinde denizle balıklar, yağmurla kar olsun, güneşle ay dıt dıt daa dada…' Böyle diziler yok ki artık… Komşuluk ilişkilerini de unutmamak lazım tabi. Bizim apartmanda herkes birbirini yakından tanırdı, hafta sonları annelerimiz arasında altın günleri yapılırdı, komşulara yemekler götürülürdü, sünnet, nişan, düğün olduğunda hep birlikte yardım edilirdi. Bazen sokağa çıkıp o eski komşuları aramak geliyor içimden, belki bulabilirim... Bir kaset daha buldum ama bu bildiğimiz teyp kasetlerinden değil. Hani şu aterideki meşhur Mario’nun oyun kaseti var ya… Ha işte o… Ah Mario ah! Kızı ejderhanın elinden kurtarmak için az mı uğraşmıştık seninle. Senin yüzünden annemden azar işittiğim günleri de unutmadım. Seninle çok vakit geçiriyorum diye kızıyordu bana. Sırf Hugo ve Tolga Abi’yi izlemek için hasta numarası yapıp okula gitmediğim günler de oldu. Annem hemen anlardı tabi. Yalan söylediğimizi nasıl anlıyorlar hayret ediyorum. Büyüyünce mi anlayacağım dersiniz? Belki de… Hugo’yu hatırlayınca özgürce hayal kurduğumuz ve istediklerimizi yapabileceğimize en çok inandığımız günlere geri döndüm birden. Çizgi filmler… Ninjalık yapan kaplumbağalar… Mavi bandanalı Leonardo, mor bandanalı Donatello, kırmızı bandana Rafael, turuncu bandanalı Michelangelo’ydu. Büyüyünce öğrendim ki bunlar Rönesans sanatçılarının isimleriymiş. Ya Şirinler… Ben küçükken uslu bir çocuk olursam şirinleri gerçekten görebileceğime inanırdım. Teletabiler’i hatırlıyor musunuz? Tinky Winky, Dipsy, Laa-Laa, Po arasından hangisini daha çok seviyorsun diye sorduklarında neden bilmiyorum Po derdim. Söylemesi daha kolay olduğundan sanırım. Peki ya Müfettiş Gadget.. İstediği kadar beceriksiz olabilir, sakarlık yapabilir yeter ki kafasından o tuhaf aletleri çıkarıp dursun. Sukubidu… Hep böyle sevimli bir köpeğim ve gerçek dostlarım olmasını istemişimdir. Kaptan Tusubasa… Onu ilk izlediğimde futbolcu olmaya karar vermiştim. Hep böyle taktik tartışması yapmak, gol atmak, alkışlanmak istedim. Futbolcu olamadım ama bizim mahallenin kalecisi olmuştum. Gülmeyin, çok iyi top yakalardım… Hava kararıncaya kadar doyasıya oyun oynardık: yakan top, saklambaç, ortada sıçan, yedi kiremit, istop… Maç yapardık. Maçın tam ortasında annemin pencereden seslenip: ‘yemek hazııır hadi eveee’ diyen sesini duyar gibiyim. Evde ekmek kalmamışsa bakkal amcadan bir ekmek alıp öyle giderdim eve. O yorgunluğun üstüne banyo etmek, yemek yemek ve sonra uyumak o kadar güzel olurdu ki…
Yarın yeni bir gün başlardı. Yine 90’lardan bir gün… Mahalle kavramının, sokak oyunlarının, komşuluk ilişkilerinin, bakkal amcaların olduğu bir gün... Soruyorum, hangi biri kaldı şimdi? Mahalle kavramı mı? Sokak oyunları mı? Komşuluk ilişkileri mi? Şarkıların samimiliği mi? Bakkal amcalar mı? İnsanlık gelişiyor, hayat kolaylaşıyor, şimdiki çocuklar çok şanslı… Gerçekten böyle mi? Biz çocukluğun yaşandığı son nesiliz. İşte bu gerçekten öyle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder